25 Nisan 2024 Perşembe

Julia Alvarez - Kelebekler Zamanında

 

Julia Alvarez'in "Kelebekler Zamanında" adlı romanı, Latin Amerika'nın tarihsel bir dönemini ve diktatörlüğe karşı mücadelenin sembolü haline gelen Mirabal Kardeşlerin dokunaklı hikayesini anlatıyor. Alvarez'in ustalıklı kaleminden çıkan bu eser, okuyucuları Dominik Cumhuriyeti'nin siyasi ve sosyal gerçekliğine daldırırken, aynı zamanda insan ruhunun derinliklerine de inmeyi başarıyor. Aslında diktatörlük, siyaset ve özgürlükler mücadelesi Latin Amerika edebiyatında (Latino) çok fazla yer almakta ve birçok yazar tarafından defalarca işlenmiştir. 

Roman, Mirabal kardeşlerin hayatını, arzularını, korkularını ve idealizmlerini ustaca dokuyarak okuyucuya duygusal bir yolculuk sunuyor. Patria, Minerva, María Teresa ve Dedé'nin bakış açılarıyla örülen bu dokuma, diktatörlük altındaki bir ülkede yaşamanın getirdiği acılarla, umutlarla ve direnişle dolu bir yaşamın resmini çıkarıyor.

Alvarez'in dikkat çekici bir şekilde tasvir ettiği karakterler, okuyucunun hafızasında iz bırakıyor ve onların mücadelelerine derinden bağlanmasını sağlıyor. Karakterlerin içsel çatışmaları ve dışsal zorluklarla başa çıkma çabaları, insanın doğasını ve insanın ne kadar dirençli olabileceğini vurguluyor.

Romanın en etkileyici yönlerinden biri, Alvarez'in dil kullanımı ve anlatımındaki ustalığıdır. Hikayeyi güçlü bir şekilde ilerleten, duygusal olarak dokunaklı anlatımıyla, okuyucuyu Mirabal kardeşlerin yanında bir yol arkadaşı gibi hissettirirken, aynı zamanda tarihi olayların gerçekliğini de hissettiriyor.

"Kelebekler Zamanında", sadece Mirabal kardeşlerin hikayesini anlatmakla kalmaz, aynı zamanda kadınların gücünü, dayanıklılığını ve direnişini de kutlar. Alvarez'in ustalıklı kurgusu ve derinlikli karakter portreleri, bu romana yerini sağlamlaştıran unsurlardan sadece birkaçıdır. Bahsedilen dönemde kadının toplumsal hayattaki rolünü anlatması bakımından da önemlidir eser.

Zaman, mekân ve kahramanların karışık ele alınması okuyucuyu yormaktadır. Çoklu bakış açısı olarak tanımlanan bu anlatım tarzı ile kardeşlerin gözlerinden olaylar yansıtılmaya çalışılmıştır ancak yazarın karmaşık anlatımı okuyucunun tam olarak bu anlatış tarzının tadına varmasına engel olmuştur. Ayrıca kardeşlerin muhalif olarak yaptıkları kitapta net şekilde dile getirilmemiş olması okuyucuda kardeşlerin devrimdeki rolü hakkında kafa karışıklığına neden olmaktadır. Romandaki orijinal dildeki anlatımlar hoşluk yaratsa da bazen okuyanın ilgisinin dağılmasına neden olabilmektedir.

Sonuç olarak, Julia Alvarez'in "Kelebekler Zamanında" adlı eseri, Mirabal kardeşlerin yaşamını ve mücadelesini anlatan etkileyici bir roman olarak öne çıkıyor. Karakterlerin insan yanına ağırlık vermesi, etkileyici anlatım ve güçlü temalarıyla, bu kitap, unutulmaz bir okuma deneyimi sunuyor ve Mirabal kardeşlerin anısını sonsuza kadar yaşatıyor.

Notlar:

Kız kardeşlerin bağlı oldukları örgüt adını 1959’da diktatör Trujillo’yu devirmek için denizden adaya çıkan 50 devrimcinin öldürüldükleri tarih olan 14 Haziran’dan alıyordu ve kardeşlerin ölüm tarihi olan 25 Kasım, 1999 yılından beri Uluslararası Kadına Yönelik Şiddeti Protesto Günü olarak anılmaktadır. 

Yazar Julia Alvarez’in babası Dominik’ten kaçan bir muhaliftir. Bu noktada yazar romanda yer alan Lio kod adlı (Virgilio Morales) örgüt üyesinin Minerva ile bağlantısından bahsederek aslında Lio’nun babası olduğunu ve roman ile kendi arasında önemli bir bağ olduğunu okuyucuya çıtlatır.

Başrolünü Selma Hayek’in oynadığı Hollywood yapımı bir de filmi vardır. https://www.imdb.com/title/tt0263467/

Akılda Kalanlar

Merakı sanki yüzünü çırılçıplak bırakıyor. Saklanmak istercesine öne eğiyor başını hemen.

Kelimeler… Bedenleri bir hendekte bulunduğunda kefenleri olacak kelimeler.

Alt kattaki salonun karanlığında saatler çekiç gibi vuruyordu.

Şiş göğüslerimde, karnımın tümseğinde dolaşır, sonra aşağıya inerdi ellerim. Her gece onlara hakim olmaya çalışırdım, her gece benden kaçarlardı. 

Mama popoya terliğin yetişkin eşdeğeri bir bakışla onu susturdu.

Hangisi daha önemli, aşk mı devrim mi? İkisi de, ikisi de,

"El Jefe'nin yolundan en küçük oğlunun köprüsünü geçtikten sonra en büyük oğlunun sokağına sapacaksın. Karısının bulvarına geldiğinde sola döneceksin, ardından annesinin parkına varana kadar yürüyeceksin."

Kalbinde bir hayalet vardıysa da bana söylemedi.

Buralarda köylüler misafirlerine gitme vaktinin geldiğini kapının kenarına süpürgelerini koyarak belli ederler.

Âdemin önünde, Havva'nın arkasında olan şey A harfiydi. Sert girip yumuşak çıkan şey de kaynamış suya atılan fasulyelerdi. (bilmece)

Ama bana göre ay aydır, her şekli özeldir. Bebek gibidir; pek güzel olmayanı bile Tanrı'nın bir lütfudur. Mama'nın eskiden dediği gibi, hepsi kolunun altında ekmeğiyle doğar.

Ben geçmişe takılıp kalmış değilim, sadece geçmişi de benimle beraber geleceğe taşıdım.

İnsanlar sorular soracaklar; niyetleri kötü olmayacak elbette ama parmaklarını hala acıyan yerlere sokacaklar.

Herkesten bir çıt çıksa dünyanın duymazdan gelemeyeceği bir koro olacakken ağızlarını açmamış insanlar.

Yerel Deyişler

Çivi, çakılana kadar çekice inanmaz, derler.

Kambura yükü ağır gelmez

Hepsi kolunun altında ekmeğiyle doğar

KIRMIZI PAZARTESİ... BİR CİNAYETİN DAYANILMAZ HAFİFLİĞİ

 

Orijinal adı İşleneceğini Herkesin Bildiği Bir Cinayetin Öyküsü olan kısa hikaye, Nobel Edebiyat Ödüllü yazar Gabriel García Márquez tarafından 1981 yılında yazılmıştır. Çocukluğunu geçirdiği kasabada 1950’li yıllarda yaşanan gerçek bir töre cinayeti olayını yazıya dökmüştür yazar.

Farklı bir anlatım kullanır Marquez eserde. Daha başında okuyucuya kimin öldürüleceği bildiren kesin ve net bir cümle ile başlar öykü: “Santiago Nasar, onu öldürecekleri gün, piskoposun geleceği gemiyi karşılamak için sabah saat 05.30’da kalkmıştı.” Maktulün anonim bir arkadaşı tarafından sorgulama/röportaj tekniğinde doğrusal olmayan bir akış içinde anlatılır tüm olay. Karmaşık ve çetrefilli bir anlatımın ardından son bölümde yeni detaylar ile olayı toparlayıp doğrusal bir özet verir okuyucuya.

Eserde karakter bolluğu yaşanmaktadır. 40 kişiden fazladır bu karakterler. Anlatıcı bu kişilerden olayla ilgili önemli önemsiz birçok detayı öğrenip okuyucuya aktarır. Eserdeki kişi bolluğu olayı bir karnaval havasına sokar.

Romantik bir anlatım benimsenmiştir öyküde:

Cinayetten önce, “Daha o zamandan hayaleti andırıyordu.”

Cinayet esnasında, “Sanki iki kez uyanık olmak gibi bir şeydi.”

Cinayetten sonra, “Her şey suyun altındaymış gibi görünüyordu.“

Eserde bahsedilen batıl inançlar okuyucuyu gülümsetir: “Geceleyin saçlarınızı taramayın, yoksa denize açılanlar geri dönmekte gecikirler.”

Yazara göre asıl katil toplumdur. Eserde ismi geçen hemen hemen tüm karakterler bu trajik cinayetin gerçekleşeceğini çok önceden öğrenmiştir. Çünkü katil ikizler cinayeti birinin engellemesi için tüm kasabaya duyurmuş ve cinayet saatini mümkün oldukça ertelemeye çalışmışlardır. Ama kasaba halkından kimse İzleyici Etkisi nedeniyle cinayeti maktule bildirmeyi üstüne almayıp, bu görevi bir başkasına bırakmıştır. Küçük tesadüfler ve saçma rastlantılar sayesinde bu cinayet gerçek olabilmiştir.

Kasaba halkının bu cinayeti engellemek için herhangi bir girişimde bulunmamasının bir diğer nedeni de bu cinayeti bir namus meselesi olarak görmeleridir. Hatta bu sebeple ki katil ikizler kendilerini masum olarak addederler. Halk gözünde asıl kurban bahtsız damattır. Ayrıca Orta Doğu ülkelerinin tersine, bu töre cinayetinin hedefi kadın değil erkektir.

Yazar eserinde din, gelenek ve töre kavramlarını açıkça eleştirmektedir. Kasaba papazı ve Piskopos için aşağılama ifadeleri kullanılırken, kadın kimliğine yönelik namus baskısı ve sonucunda işlenen cinayetin saçmalığını gözler önüne serer yazar.

1987 yılında gösterime giren bir film uyarlaması da mevcut olan kitap için puanım 8/10.

 

Akılda Kalanlar

Kader bizi görünmez kılar.

Her zaman ölüden yana olmak gerek.

Aşk da öğrenilir.

14 Mart 2024 Perşembe

Işınla Beni Scotty *

 

Denizli’de Mimar Sinan Caddesi bitiminde 80’lerde çocukluğumun geçtiği Günbattı Mahallesi başlar. Daha doğrusu başlardı. Günbattı Mahallesi artık yok. Evler sokaklar var ama artık ismi Günbattı değil. Gençler burayı Akkonak Mahallesi olarak biliyor. 200 yıldan fazla geçmişi olan bir mahallenin ismini, hatırasını ve hafızasını, bir günde alınan karar ile yok ettiler ne yazık ki.

 

1651 Sokağın bitiminde şehir mola verir, kırsal yaşam başlardı biz çocuklar için. Zaraf Tarlası, Şibir’in Tarlası ve Semerci Tarlası ile çevrili alan ağaçları ve engebeli arazisi ile harika bir oyun alanı sağlardı mahalle çocuklarına. Burada koşturur, dallar üzerinde oynar ve hayaller kurardık. En önemli hayalim ise uzaylı olmak, süper güçlere sahip olmaktı. O yaşlarda başlamıştı bilim kurgu sevdam, Süpermen ve Voltran izlerken.

 

Bilim ve teknoloji günlük hayatta sürekli duyduğumuz kavramlar. Bu ikisi günlük hayatta işimizi kolaylaştıran yöntemler ve tekniklerdir. Belki de insanlık tarihinin en eski mesleğidir icat etmek ve icat çıkarmak. Günümüzde teknoloji ve bilim öyle hızlı gelişir hale gelmiş ki birkaç ay ıssız bir adaya düşsek döndüğümüzde muhtemelen birkaç yıl geride kalmış oluruz toplumdan.

 

Bilim kurgu ise yakın ya da uzak gelecekte olması muhtemel gelişmelerin teknoloji ve bilim ekseninde yazıya dökülmesi veya filme alınması. Öyle ki geçmişte bilim kurgu olarak gördüğümüz birçok olay günümüzde elle tutulur, gözle görülür hale gelmiştir.

 

Uzmanlar bilim kurgu tarihini 2. yüzyıla kadar götürürler. Fakat biz daha yakın tarihe bakalım.  Erken modern çağda Jonathan Swift (Güliver'in Seyahatleri), Jules Verne, H. G. Wells, Isaac Asimov ve Mary Shelley ilk bilim kurgu yazarları olarak düşünülebilir.

 

Refik Halid Karay’ın 1921 tarihli “Hülya bu ya” öyküsü ve Cevat Şakir Kabaağaçlı’nın 1948 tarihli yazı dizisi “Büyük Kukuriko" adlı öyküsü, Türk Edebiyatı’nda bilimkurgu türünün ilk örnekleri olarak biliniyor. Yazı sonunda okuma ve izleme tavsiyesi bıraktım meraklıları için.

 

Hepimizin çocukluktan itibaren aşina olduğu birçok bilim kurgu terimi var. Bunların içinde en önemlisi zaman yolculuğudur bence. Benim de favorimdir. Zaman yolculuğu yapabilme fikri insana büyük hayaller sunduğu kadar önemli sorunlara da gebedir. Newton fiziğini kabul edersek zaman mutlak olduğu için zamanda yolculuk mümkün değildir. Görelilik teorisine göre ise meydana gelmiş ve gelecek olan her şey aslında var olduğu için gerekli koşullar sağlanırsa zaman yolculuğu mümkün olabilecektir. Daha teoride olamayan bir şeyin pratikte olmasına çok çok çok zaman var.

 

Biz daha olası hayallerimize ve yazımızın asıl konusu olan teleportasyona (teleportation) yani bildiğimiz ışınlanmaya bakalım. Cismin bir yerde çözümlenerek başka bir yere ışık hızıyla, belki de fotonlarla taşınması işlemi diye nitelendirebileceğimiz ışınlama zaman yolculuğuna göre daha makul ve olası görülmektedir. Işınlanmanın daha olası bir şekli ise bugün bile teknolojik olarak mümkün. Altta anlatıyorum, okumaya devam edelim.

 

Şöyle ki, günümüzde yapay zekâ, robotlar ve avatar (sanal kimlik) kullanımı ile ilgili kavramlar iyice yaygınlaştı. Normal bir insan her gün defalarca bu kelimelere maruz kalıyor. Sanal dünyada kullanılmakta olan avatarların, gerçek dünyaya da adapte edilmesi çok yakındır. Örneğin Elon Musk’ın zihin kontrolü ile ilgili çalışmaları her ne kadar insanları biraz ürkütse de bu durumu gerçek kılmaya aday.

 

Bruce Willis’in başrolünü oynadığı 2009 tarihli Bilim Kurgu filmi Suretler – Surrogates  (https://tr.wikipedia.org/wiki/Suretler) tam da bu konuyu ele alıyor. Sağlıklı, güzel görünümlü ve uzaktan kumandalı makineler olan “suretler”, günlük hayatta insanların yerini almakta ve böylece insanların evlerinin rahat ve güvenli ortamından çıkmadan dışarıdaki hayatı yaşamalarına imkan tanımaktadır. Pratikte “suret” kullanarak günlük hayatta yer almanın birçok hasta ve engelli açısından büyük kolaylık sağlayacağını şuraya not olarak düşeyim.  

 

Daha önemlisi ise ışınlanmanın “suretler” yardımıyla gerçekleşeceğidir. Çok da uzak olmayan bir zamanda insanoğlu başka gezegenlere seyahat edebilecek ve orada yerleşecek. Günümüzde aya veya yörüngeye yolculuk özel sektör gemileriyle sıradan hale geldi. Mutlak ki bu seyahatler çok pahalı olacak ve herkes bu seyahatleri gerçekleştiremeyecek. İşte bu noktada yeni dünyalara gitmek isteyenler için “suretler” devreye girecektir.  Kişi başka bir gezegendeki “suretine” bağlanarak orada günlük hayatını, tatilini ya da işini kolaylıkla yapabilecek.

 

Dünyamız ile yeni dünya arasındaki fersah fersah uzaklık nedeniyle belli bir gecikmeyi göz önünde bulundurarak ışınlanmanın ancak bu şekilde mümkün olabileceğini düşünüyorum. İzleyip göreceğiz.. Ülke olarak her zamanki gibi takipteyiz.

 

*Z kuşağı bilmeyebilir. "Işınla beni Scotty", bilim kurgu dizisi Uzay Yolu’dan (Star Trek) popüler kültüre giren bir slogandır.

 

Okuyalım

 

Dune Serisi                                                     Frank Herbert

Cesur Yeni Dünya                                          Aldous Huxley

Sürgün Gezegeni                                            Ursula K. Le Guin

Zaman Makinesi                                             H.G. Wells

2001: Bir Uzay Destanı                                 Arthur C. Clarke

Ben, Robot                                                     Isaac Asimov

Frankenstein                                                   Mary Shelley

Fahrenheit 451                                               Ray Bradbury

Biz                                                                  Yevgeni Zamyatin

Dünyaya Düşen Adam                                   Walter Tevis

1984                                                               George Orwell

Açlık Oyunları                                               Suzanne Collins

Otostopçunun Galaksi Rehberi                      Douglas Adams

Android’ler Elektirikli Koyun Düşler mi?    Philip K. Dick

Otomatik Portakal                                         Anthony Burgess

Damızlık Kızın Öyküsü                                 Margaret Atwood

Algernon’a Çiçekler                                      Daniel Keyes

Arz’ın Merkezine Seyahat                             Jules Verne

Beni Asla Bırakma                                        Kazuo Ishiguro

 

                        İzleyelim

 

Başlangıç                                (imdb 8,8)

Yıldızlararası                          (imdb 8,7)

Matrix Serisi                           (imdb 8,7)

Avengers Serisi                       (imdb 8,0)

Star Wars Serisi                      (imdb 8,6)

Avatar                                     (imdb 7,9)

Geleceğe Dönüş                     (imdb 8,5)

Vol – E                                   (imdb 8,4)

V For Vendetta                      (imdb 8,2)

Terminatör Serisi                    (imdb 8,6)

Mad Max Serisi                      (imdb 8,1)

Otomatik Portakal                  (imdb 8,3)

X Men Serisi                          (imdb 8,1)

Blade Runner                         (imdb 8,1)

Dune Serisi                             (imdb 8,0)

2001: Uzay Yolu Macerası     (imdb 8,3)

Aşk                                         (imdb 8,0)

12 Maymun                            (imdb 8,0)

Metropolis                              (imdb 8,3)

Stalker                                    (imdb 8,1)

7 Mart 2024 Perşembe

Sevgili Arsız Ölüm - Latife Tekin

 

Sevgili Arsız Ölüm Latife Tekin'in ilk kitabıdır. Yazar bu ilk kitabını 1983'te yayınlamıştır. Gabriel Garcia Marquez’in başını çektiği Büyülü Gerçekçilik akımına dahil edebileceğiniz bu roman yayınlanır yayınlanmaz büyük bir ün kazanmıştır

 

Bu noktada Büyülü Gerçekçilik akımını biraz anlatmak gerekiyor. Büyülü Gerçekçilik Latin Amerika'da ortaya çıkmış bir tarz denilebilir. Özellikle Gabriel Garcia Marquez’in Yüz Yıllık Yalnızlık eseri ile dünyaca ün kazanmış ve büyük hayran kitlelerine ulaşmıştır. Patrick Süskind - Koku, Tom Robbins - Parfümün Dansı, Hasan Ali Toptaş - Gölgesizler gibi eserleri bu kapsamda değerlendirebiliriz. Latife Tekin'in Sevgili Arsız Ölümü de Türk Edebiyatına etki eden Büyülü Gerçeklik tarzındaki ilk önemli eser olmuştur.

 

Eser özünde Orta Anadolu'daki köylerinden büyük şehre göç eden bir ailenin kente ve modern hayata uyum sağlama sürecini konu almaktadır. Beş çocuklu bu aile, uyum sürecinde birçok sıkıntılar yaşamaktadır ve yazar bu süreci anlatırken yerel halk dilini, şivesini özenle kullanır. Aslında yazar Latife Tekin de Kayseri’den İstanbul’a göç eden bir ailenin kızıdır. Romandaki Dirmit karakteri yazarımızı temsil etmektedir.

 

Romanda çeşitli hikâyelere ve destanlara göndermeler yapmaktadır. Örneğin Dede Korkut ya da Robin Hood gibi. Bunun yanı sıra melekler, cinler ve periler de romanda sıkça karşımıza çıkar. Bu şekilde doğaüstü öğeler sayesinde okuyucuya büyülü bir ortam sunulmaktadır.

 

Yazarın bu eser için geniş bir araştırma yaptığını düşünmekteyim. Seçilen kişi ve yer isimleri ile kelimelerin tesadüf olmadığı ortadadır. Örneğin Huvat isminin anlamı toplayıcı, koleksiyoncu olup romandaki karakterin özelliklerinden biridir. Dirmit ise Kayseri yöresine ait bir üzüm çeşididir. Bu örnekler de gösteriyor ki yazar eserini her yönden eksiksiz yazmaya çalışmış.

 

Yazar kısa ve net cümlelerle hikâyeyi şiirsel bir şekilde okuyucuya aktarmakta ve okuyucuyu eserin içine çekmektedir. Ama konuyu takip etmekte zorlandığım dönemler olmadı değil. Çünkü konuyla ilgili birçok cümleyi ve önermeyi art ardına duymak ve bunları toparlamak açıkçası zor olmakta ve bazen okuyucunun dikkatinin dağılmasına sebep olabilmektedir.

 

İnsan kitabı okurken özellikle Dirmit'in maceralarına kendini kaptırıp gidiyor ama Büyülü Gerçekçilik anlamında Marquez’in eserlerinin tadını ne yazık ki tam olarak bulamıyoruz. Bunun sebebi de yazarın eseri belli bir sayfaya sıkıştırma isteği. Çünkü Marquez’in eserleri ile Koku ya da Parfümün Dansı romanlarını ele aldığımızda yazarlar 80-100 yıllık belki daha fazla bir süreci roman haline getirmişler. Sevgili Arsız Ölüm 15 - 20 yıllık bir süreci okuyucuya aktarma iddiasında. Burada birçok veriyi, birçok olayı yazar okuyucuya vermeye çabalıyor ki bu kadar çok bilginin bu kadar kısa sürede okuyucunun kafasında şekillenmesi beni biraz zorladı. Bundan dolayı da dönem dönem dikkat dağılıyor; okuyucu bunu fark etmeden başka konuya geçildiği oluyor. Bu da kitaptan alınan zevki sınırlıyor.

 

Genel olarak beğendiğim bir eser oldu. Puanım 7,5 / 10.

 

 

           

            Akılda Kalanlar

 

           

Bir sevdiğin olmazsa şiir yazmazsın.

Dirmit o günden sonra hep sözcüklerden bir yorgana sarındı.

Dirmit annesi başında söylenirken birdenbire ilk şiirini yazdı. Söz yerine, kâğıda gözyaşı dizdi.

Başını babasının göğsüne dayayıp, derin bir kuyudan çıkrıkla su çeker gibi, uzun uzun ağladı.

Kabukları kaldırayım deme, derin yaralar açarsın...

Yüreği uçup gidecek diye korkusundan elini yüreğinin üstüne bastıra bastıra dolandı.

Gız nettin?!

5 Şubat 2024 Pazartesi

Türk Yeraltı Edebiyatının İlk Anti Kahramanları: KİNYAS ve KAYRA

 

Hakan Günday’ın 2000 yılına yayınladığı ilk romanı Kinyas (K) ve Kayra (K), birçoklarınca yeraltı edebiyatının ülkemizdeki ilk örneği olarak nitelendirilir. Yazar bu ve bundan sonraki eserlerinde itilmişler ve dışlanmışlar üzerinden suç ve kötülük kavramları çevresinde Varoluşçuluk akımının etkilerini yansıtır.

Kafası karışık kahramanlarımız K ve K, yaşamlarını bir sorgulama içinde sürdürürler. Camus (Yabancı) ve Sartre’ın (Bulantı) eserlerinde gördüğümüz gibi kahramanlarımız dünyayı ve kendi yaşamlarını anlamdıramadıkları için çevreleri ile uyuşmazlık içindedirler. Tutunacak bir dal veya çıkış noktası arayan bu kişiler ölüm kavramını idealize ederler.

Bu kahramanlar iyilik peşinde koşan diğer roman kahramanları aksine sorunlu ve suçlu tiplerdir. Gösterdikleri narsist ve duygusuz davranışlar ve duygudaşlık yoksunu hareketleri ile antisosyal kişilik bozukluğu semptomları gösterirler. Bunun sonucu bu anti kahramanlar topluma göre anormal davranışlar sergileyen ve suça yatkın kişiler olarak nitelendirilebilirler.

Eser 3 bölümden oluşmaktadır. İlk bölümde ikisi bir aradayken K ve K’nın yaşadığı maceralar ele alınmıştır. K ve K yukarıda anlattığımız anti kahramanlardan farklı değillerdir. Kitapta K ve K’nın psikolojik sorunlarının temeline inilmese her ikinin de sorunlu bir hayata sahip olduklarını görürüz. Maceradan maceraya koşarlarken kendi hayatlarını ve başkalarının hayatlarını önemsemezler. Afrika’dan Amerika’ya seyahat, sahte belge çıkarma veya şiddete başvurma onlar için sıradan işlerdir. Türkiye’ye döndükleri bir gün aniden yolları ayrılır. Sonraki iki bölümde 2 kafadarın tek başlarına yaşadıkları ele alınır.

İkinci bölümde Kayra’nın Afrika’ya dönerek her zaman ideali olmuş zihnini durdurup ölümü bekleme amacı için yeteri kadar mali kaynak bulmaya çalışması anlatılır.

Üçüncü bölümde ise Kinyas’ın Türkiye’de kalarak ailesini bulması ve normal hayata dönme çabaları konu edilir.

Romanı okumaya başladığımda Kinyas’ın daha baskın ve daha sorunlu olan taraf olduğunu düşünmüştüm. Fakat eserin sonunda Kinyas’ın geri dönüş çabalarını gördüğünüzde bunun yanlış olduğunu anlıyorsunuz. Ayrıca K ve K’nın 2023 tarihli özel basımına eklenen kısa hikayeyi okuduğunuzda karakterlerin farkları daha net anlaşılıyor.

Genel olarak kitap sürükleyici bir macera romanı gibi hızlı okunuyor. Kafiyeli kelimeler ve cümleler ile çalakalem yazıldığını düşündüğüm eser beni çok nadir sıktı. Bazı duygu ve düşüncelerin detaylı anlatımını saymazsak kolay okunur bir eser ortaya koymuş Hakan Günday.

Bazı iddialı cümleler ile ne kastedildiğini anlamakta zorluk çektiğim oldu. Örneğin “Acıttım akademik kariyerleri ve tabiî ki kendiminkini” yazar anlamlı ve iddialı cümleler kurmak için dili oldukça zorlamış bu noktada. Diğer bir örnek; yaşarken zihni durdurma isteği. “Onun için ben hâlâ nefes alıp verebiliyorken gerçekleştireceğim zihnimi yok etmeyi.” Acaba daha önce böyle bir şeyi başaran olmuş mu??? Ben bilmiyorum.

Onlarca kez ölümden bahsedip bunu hiç denememiş olmamaları ya da çok az denemiş olmaları bana büyük bir tezatlık gibi göründü.

 

 

Akılda Kalanlar

 

            Birinci Kitap

 

Geleceğimi, çevremi, insanların farklılığını, duygularımın çeşitliliğini sorguluyordum. Kendimi dinlemeyi öğrenmekti bu yaptığım. Çünkü duyulabilecek kadar yüksek bir ses vardı içimde.

 

Adına çöl denilen, küreğin batmadığı denizde yaşayan insanların hiç de hak etmedikleri bir tarihleri vardı. Kuma kendini gömüp yeniden Arap medeniyetinin hüküm süreceği günleri beklemek ve o gün gelene kadar birbirlerini öldürmek yapabilecekleri.

 

Sıcağın herkesi eritip aynı maddeye dönüştürdüğünü bilmiyordum.

 

Yolculuğun hiçbir derde deva olmadığını anladığım gün yıkılmıştım. O gün kendimi öldürmeye çalıştım. Ama olmadı.

 

            “İnsanlar...” dedim fısıldayarak. “Taşırlar insanları. Kundaktayken, tabuttayken. Hep taşıyacak birileri olur. Bazıları dostluktan, bazıları cepteki paradan,

 

Terk ettim okulu. Belki hâlâ bir yerlerde kayıtlarım duruyordur ve yoklama kâğıtlarına “yok” yazılıyorumdur. Ve belki de benim için söylenecek en yerinde kelimedir.

 

Boşalmanın, seks ne kadar uzun sürerse o kadar zevkli olduğunu düşünerek, hayat ne kadar sürerse ölümün de o kadar muhteşem olacağına inandım. Ve Cehennemi de kundaklardım!

 

Komünizmi Slavlara değil, buralardaki insanlara sormak gerek, diye düşündüm... Kimsenin arasında en ufak bir fark yoktu. Hepsi aynıydı Afrika’da.

 

Türk, Almanya’da daha çok Türk’tür. Ve mantısına, dönerine daha çok özen gösterir. Vatan özlemi, yemeklerin lezzetinde, bulunulan ülkenin insanlarına duyulan nefrette gizlidir. Dağdan gelip bayırdakini kovmak, dağa hasrettendir!

 

O an, biraz daha uzaklaştım kendimden, dünyadan. Uzaya fırlatılan köpek gibi. Denizin dibindeki dalgıç gibi.

 

Hayatta yapılabilecek en doğru iştir. Bir yerden bir yere gitmek. Zordur tabiî. Aile kuramazsın. En kötüsü ne bir kadına âşık, ne de bir adama dost olabilirsin. Ama gidersin ve iyi hissedersin, tanıştığın her yeni insanla, yediğin her yeni yemekle”

 

            “Yol! Gitmek. Uzaklaşmak. Doğduğun yerin çok uzaklarında ölmek. İnsanı insan yapan bunlar. Tanrı bile gitmemizi istiyor. Bu yüzden dünyayı bu kadar büyük, insanları bu denli küçük yaratmamış mı?

 

Gecenin sonunu yazmak için orayı bilmek gerekir. Ölümü yazmak için ölmek gerekir!

 

Bir restoranda oturunca masayı kendime doğru çekiyorum, sandalyemi oynatmadan. Çünkü hasta olan benim. Her şey bana göre düzenlenmeli. Ben gitmem. Onlar gelsin!

 

Şu an sadece kalp atışımı dinliyorum. En sevdiğim ve tek dinlediğim grup: atardamarlar! Mükemmel bir orkestra. Hiç nazlanmadan çalıyorlar. Kaprissiz. Ben ne zaman istersem... ( “ben istesem de istemesem de” daha uygun olurdu.)

 

Denge, insanoğlunun icat ettiği en vahşi kavramdır. İp cambazının kendini en iyi hissettiği an, kendini ağa bıraktığı andır oysa.

 

Dünyayı küçük gördüğü için kendini büyük sanıyordu. Tabiî büyük bir göz yanılması söz konusuydu. Eğer dünya sandığı kadar küçük olsaydı, kaybolmamak için bu kadar uğraşır mıydı sokaklarında?

 

İkinci Kitap

 

Kimse farkında değil, bedeninin sabahki yorgunluğunun, çok uzaklardan göz açıp kapayıncaya kadar gelmesinden kaynaklandığının. Kimse iki dünya arasındaki saat farkını hesaba katmıyor.

 

Dünyanın en yüksek ve sağlam duvarı, televizyon ekranı!

 

Prenseslerin de Anita’dan farkı yoktu. Onlar sadece doğru adamla yatmışlardı. O kadar!.. (Bu kadar basit mi!)

 

Kim kimi duymuştu ki zaten, bugüne kadar?

 

Daha anlayamamıştı sonunda ölüm olan bir hayatta mutlu son olmasının mantığa aykırı olduğunu.

 

Hayat, her bölümünde ayrı bir hikâyenin döndüğü neşeli bir dizi değil, sonunda herkesin öldüğü ve katilin bulunamadığı sıkıcı bir filmdi...

 

Ama o da, ben de, uzun zaman önce gururumuzu bir şişeye koyup okyanusa bırakmıştık. İhtiyacı olan birine ulaşması ümidiyle.

 

Üçüncü Kitap

 

Sorular Çinliler gibi. Milyarın üstünde.

 

Romanların, tuvalette okunmak için yazılmış olabileceklerini nasıl düşünemedim?

 

Oğlana, birkaç yıl sonra asker, daha ileride de memur ya da işadamı diyeceklerdi. Hatta aile babası. Ama her zaman bir sıfatı olacaktı, adından önce gelen.

 

Kafam, bir politikacıdan il olma sözü alacak kadar kalabalıktı.

 

Hayattaki en huzur verici şey, önemsiz projeler yapmaktı. Çünkü işlerin önemi artınca, verdikleri acı da büyüyordu.

 

Sıradanlıktan geçiyordu kurtuluşumuz. İlk seçimde iktidardaki partiye oy vermeye yemin ettim o an. Yığının içinde olmalıydım. Sıcak tutardı!..

 

Sırf kendime tekme atabilmek için yogaya başlamak istiyorum!..

 

İnsanın tek gerçek özgürlüğü yalnızlığıdır. Ve yalnızlığı küçük düşürense bağımlılıklardır. Aşklar, alkol, nikotin, ahlakî değerler, uyuşturucular...  İnsanın kendiyle mücadelesi, bağımlılıklarını yok etmesiyle başlar

 

 

                                                                                               Atilla ÇAKIR